>

Şirketler ve Markalar Açısından Gezi Parkı Protestoları (*)

Gezi Parkı protestolarının Türkiye’nin toplumsal ve siyasi gelişiminde önemli bir dönüm noktası olduğu tartışmasız. Günlük siyasi polemikler bir yana, bu olayların neden patlak verdiği ve bundan sonraki gelişmelerin ne yönde olabileceği Türkiye üzerine kafa yoran akademisyen ve aydınlar tarafından daha uzun bir süre tartışılacaktır.

Bu olayların mesleği iletişim olan kişiler açısından da kuşkusuz çok önemli ve değişik boyutları bulunmaktadır. Gezi Parkı protestoları vesilesi ile birçok kurum ve marka kurumsal itibarları açısından ciddi baskılar altında kaldılar. Bunlardan bir tanesi, Garanti Bankası, deyim yerinde ise tam anlamı ile iki ateş arasında kaldı; öncesinde eylemcilerin ardından Başbakan’ın ve destekçilerinin…

Bunun böyle olmasının bir nedeni Türkiye’de geçmişten gelen biçimde iş dünyasının kamuoyu oluşturucu olarak çok önde olması ise, diğer nedeni yaşanan olayların siyasal olduğu kadar kültürel bir çatışma boyutu taşıyor olmasıydı.

Doğrudan boykot kampanyalarına maruz kalanların dışında, bu süreçte özellikle İstanbul’un tüm büyük şirketleri “yukarı tükürsen bıyık aşağı tükürsen sakal” deyişine uygun ve çok zor bir durumda kaldılar: Bir yanda eylemlere fiilen katılan veya gönülden destekleyen beyaz yakalı çalışanlarının beklentileri diğer yanda Başbakan’ın her zamanki açık sözlü beyanatları…

Başta Twitter olmak üzere, sosyal medya, bu olaylar vesilesi ile ama artık bundan sonrasında da geçerli olmak üzere, taşıdığı büyük interkaktivite potansiyeli ve virütik karakteri nedeni ile Türkiye’nin en önemli iletişim mecrası olduğunu kanıtlamış bulunuyor. Bu anlamda ilginçtir, yukarıda belirtiğim ikircikli durumda kalma, en çok da sosyal medyanın iletişim potansiyeli görüp orada mevcudiyet gösteren kurum ve markaları etkiledi.

Doğrudan iletişim krizinin ateşine düşen Garanti, Starbucks, Divan Oteli gibi kurumsal markaların ise durumu gerçekten çok zordu. Doğrusu bu tip, sapla samanın karıştığı durumlarda olabildiğince sessiz kalıp fırtınanın geçmesini beklemektir. Ama doğru olan, yaşanan olayların sıcaklığı içinde her zaman da o kadar kolay değildir.

O nedenle bu aşamada ben ne spesifik olarak bir kuruluşun attığı adımı değerlendirme hakkını kendime görürüm doğrusu, ne de bu koşullarda uygulanabilecek standart bir kriz yönetim reçetesi vardır. Ancak ileriye dönük olarak bu yaşananlardan kurumsal iletişim perspektifinde çıkartılması gereken birkaç önemli ders bulunmaktadır:

Bunlardan birincisi Gezi Parkı protestoları ile başlayan ve daha sonra hükümete, özellikle de Başbakan’a yönelik öfke patlamasının lokomotif gücünün kentli beyaz yakalı profesyoneller ve onların çocukları olduğu gerçeğidir.

Bu aşırı duygusal öfke patlamasının sonucunda çok farklı seviyelerden beyaz yakalı çalışanlar, kurumsal duruşlarını bırakıp ama aynı zamanda kurumsal aidiyetleri de bilinecek biçimde sosyal medya üzerinden yaşananlara taraf olmuşlardır. Şirketlerin ve markaların, çalışanlarının ifade özgürlüklerini zedelemeyecek biçimde bu konuda bundan sonrasına yönelik olarak net düzenlemeler yapması gereklidir.

İkinci olarak bugünden başlayarak şirket ve markaların çalışanlarına yönelik bir iç iletişim planlaması yapmalarının gerekliliğidir. Şirketler ve markalar, sağladıkları istihdam olanakları bir yana, büyük emek ve yatırımlarla gerçekleştirilen ekonomik varlıklardır ve bu anlamda birincil kurumsal sosyal sorumlulukları toplumu bölen ağır kutuplaşma ve karşılıklı “ötekileştirme” çabalarına taraf olmamaktır. Şirket tepe yöneticileri bu temel ve ilkesel duruşu tüm çalışanlarına anlatmak ve onları mümkün mertebe bu konuda ikna etmek mecburiyetindedirler.

Zira üçüncü önemli ders, yaşananların özünün, uzunca bir süredir alttan alta yürüyen ve bugün artık tüm yönleri ile açığa çıkmış bulunan iki farklı “kamusal alan” anlayışı arasındaki nihai çatışma olduğu gerçeğini olabildiğince nesnel bir biçimde görmek gerektiğidir.

Çatışmanın bir tarafında kentli, seküler, beyaz yakalı her seviyeden çalışan ve yöneticilerin alışageldiği sıklıkla laiklik eksenli olarak tanımlanan “kamusal alan” anlayışı, diğer tarafında ise Başbakan’ın çoğunluğun değerleri ile belirlenecek dediği yeni “kamusal alan” tarifi bulunmaktadır.

Ve bu çatışma kurumlar ve markalar nezdinde daha çok can yakmaya adaydır ve ne yazık ki kurumsal itibar perspektifinden bunu aşmaya yönelik hazır ve mucizevi bir reçete de yoktur.

 

Ali Cem İlhan

 

* Ali Cem İlhan’ın bu yazısı ReportTürk’te yayınlanmıştır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir